10 Ocak 2016 Pazar

iki dem arasında hâller diyarında

kurtuba, endülüs, nisan '15
Önce Veysel Dalsaldı'nın dâvûdî sesinden Yûnûs'a kulak verelim:


Hak bir gönül verdi bana hâ demeden hayrân olur
Bir dem gelir şâdî olur bir dem gelir giryân olur

¨Bir kalbiniz vardır, onu tanıyınız.¨ demiş ya Cahit Zarifoğlu. Kalp, gönül, nokta adına ne dersek diyelim içimizde taşıdığımız bu et parçası tüm kimyâmıza etki ettiği gibi hâlden hâle de geçmekte. Mevsim mevsim farklı, sabah farklı akşam farklı ve bittabî an be an farklı. Miskîn Yûnûs bu eşsiz eserinde kalbin hâlden hâle geçişini öyle güzel anlatmış ki üstüne konuşmak edebe mugayir mi acaba diye düşünüyor insan.

Bir dem sanasın kış gibi şol zemherî olmuş gibi
Bir dem beşâretden doğar hoş bağ ile bostân olur

Işık hızından hızlı bir hız varsa dünya hayatında o da hissiyât hızı olmalı.
Maddenin hâller arası geçişi bir yana gönlün hâlden hâle geçişi bir yana.
Rûhun bifazik seyretmesini gönülden bağımsız düşünmemeli.
¨Kalp görüyor. Göz görüyor diyorlar, hayır, bilmiyorlar, gören kalptir.¨  buyurduğu üzre pür hâyâ zâtın; duyularımız aklımızda zuhûr ediyor ama noktası gönlümüze düşüyor.

Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dür döker dertlilere dermân olur

Hissiyâtımız sadece içimizde kalmıyor. Vücûdumuza da etki ediyor. Aklımızın tesiri ortadan kalkıyor, işitilen söz mânâsına bürünemiyor, yorumlanamıyor, dilimiz lâl oluyor. İsmet abi’nin dizesi geliyor akla; ¨demedim dilimin ucuna gelen her ne ise…¨
Ve yine öyle bir an geliyor ki, -dertli bir gönlün yarasını sarmak maksadıyla belki- ağzımızdan merhemvâri sözler çıkıyor.

Bir dem çıkar Arş üzere bir dem iner tahte's-serâ
Bir dem sanasın katredir bir dem taşar ummân olur
el gothic, barcelona, nisan '15

Öyle zamanlarımız oluyor ki bulutüstü yürür gibi hafif hissederken bir an; kısa bir an, bir olay vesilesiyle yahut sebepsiz aşağılara iniyoruz. Düşüyoruz. Düştüğümüzü kimi zaman geç idrak ediyoruz. Bulantı ve tiksinme baş gösteriyor idrakle birlikte. Aynaya bakmaya korkar oluyoruz; burnumuz kararmış olabilir çünkü. Yo hayır, hazır değiliz bu sûretimizi seyretmeye. Kaçışımız başlıyor, devam ediyor bir süre. Kendimize karşı umarsız yol alıyoruz bir müddet. Bir zaman geçiyor, sıkıntı büyüyor bizden habersiz içerlerde. An ki dalgaların ortasında buluveriyoruz kendimizi. Öteden beri ertelediğimiz artık karşımızda değil, dört bir yanımızda. Ve -nasıl oluyor kimse bilmez- bir bakmışız bulut yeniden ayaklar altında. Güneş yakın yeniden.






Bir dem cehâletde kalır hîç nesneyi bilmez olur
Bir dem dalar hikmetlere Câlinûs u Lokmân olur
sevilla, endülüs, nisan '15

Bir sabah buz kesmiştir kalp, hissiyâtların tamamı terketmiştir yolaklarını. Ne işittikse ulaşmaz kalbe, ne baktıksa sadece bakışlarımızda kalır. Sebebi? Belki evvelden kirletilen bir an, yapılmaması gerekenin yapılması, nedir sebebi tam bilemeyiz ama muhasebe sonuç verirse yahut birdenbire, aynı sabahın akşamı hekîmlik/hakîmlik baş gösterir kapılar açılır ardı sıra. Erenler yakın olur.












Bir dem div olur ya perî vîrâneler olur yeri
Bir dem uçar Belkîs ile sultân-ı ins ü cân olur

Bir dem görür olmuş gedâ yalın tene geymiş abâ
Bir dem ganî himmet ile Fagfûr u hem Hakân olur

Bir dem gelir âsî olur Hak zihnini yavu kılur
Bir dem gelir kim yoldaşı hem zühd ü hem îmân olur

Bir dem günâhın fikr eder dos doğru Tamu'ya gider
Bir dem görür Hak rahmetin Uçmaklara Rıdvân olur
al hamra, granada, nisan '15
Bir dem varır mescidlere yüzün sürer onda yere
Bir dem varır deyre girer İncîl okur ruhbân olur

Bir dem gelir Mûsâ olur yüz bin münâcâtlar kılur
Bir dem girer kibr evine Firavn ile Hâmân olur

Bir dem gelir Îsa gibi ölmüşleri diri kılur
Bir dem gelir gümrâhleyin yolunda sergerdân olur
la sagrada familia, barcelona, nisan '15
Bir dem döner Cebrâîl'e rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh olur miskîn Yûnûs Hayrân olur

la sagrada familia, barcelona, nisan '15
Her şey güllük gülistanlık ilerlemekte iken ufak bir kıvılcım çakar fücur sarar, fısk eşlik eder; kendimizi yaktık sansak da ihtimal ki çevremize de hasar veririz. Hasar büyürse içte ve dışta; sürgün ediliriz. Hükmü veren kim? Biz mi etrafımızdakiler mi? Vîrânelerde bir müddet beş müddet on müddet vakit geçer, muhasebeye, tezkiyeye ve dahi tasfiyeye devamla düştüğümüz yerden doğrulmak ve yeniden yürümek iyi gelmiş olmalı ki sürgünden dönüşümüzde nasipse çiçekleri işitir, yaprakları okur, bedenlere değil kalplere dokunur oluruz ve hayrânlık başlar, fücûr yerini takvâya bırakmış olur.

Tüm bu döngü Âsâf Hâlet’e gönlünün sordurttuğu hâl üzre devam eder:
¨kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?¨ 
El cevap: فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ (Şems, 8.)



şâdî: Gönlü ferah olan, sevinçli
giryân: ağlayan
zemherî: karakış dönemi, fırtına takviminde de mevcuttur.
beşâret: muştu, iyi haber
dürr: inci
tahte’s-serâ: yeraltı, toprağın altı
katre: su damlası
Câlinûs: Galen
div: şeytân, cin
gedâ: yoksul dilenci
abâ: yün giysi
Fagfûr: Çin işi porselen
yavu kılmak: kaybetmek, ortadan kaldırmak
tamu: Cehennem
uçmak: Cennet
rıdvân: Cennet bekçisi
deyr: killse, manastır
gümrâhleyin: yolunu şaşırmışlar gibi
sergerdân: başı dönmüş, sersem
gümrâh: yolunu sapmış

21 Kasım 2014 Cuma

Elektrikçi Osman abi'ye selam olsun!

İskele’nin bir müdavimi vardı; Elektrikçi Osman abi. İstanbul’da elektrik işiyle uğraşan orta yaşlı, kendine has şivesi olan bir adamdı. Kendisiyle hiç yüzyüze görüşme fırsatım olmadı. Dergiyi okuyan herkes bir yana Elektrikçi Osman abi bir yana, ayrı bir yeri vardı iskele’de. Biz her yeni sayıyı Üsküdar İskele Gazete Bayii’ne bıraktığımızda aradan birkaç hafta geçer ve Elektrikçi Osman abiden telefon gelirdi. Uzun uzun konuşurdu. İskele’ye devam etmemizde en büyük etkenlerden biri kendisiydi. Kelimenin tam anlamıyla sadık bir okurdu. Dürüsttü, ne düşünürse onu söylerdi. Sevdiği ve takip ettiği dergileri çıkaran insanları hiç üşenmeden telefonla arayıp hal hatır soran dergilerine dair eleştiri ve temennilerini dile getiren ve kapatmadan önce de teşekkür eden zarif bir insandı. 2013’te derginin son sayısını çıkardıktan sonra kendisinden yine bir telefon almıştım, sitem doluydu. Dedi ki:

"Bir kadın görürsün. Aynı ortamda bulunursun. Gönlün kayar. Evlenirsin. Akraba olursun. Sonra ölüm geldiğinde adama koyar. Dergiye abone olmak. Bir dergiyi düzenli takip etmek de böyledir. Dergiyle akraba olursun. Dergi kapanırsa da ölüm ile eşdeğerdir. Adama ağır gelir. Siz ne diye yaşlı bir adamın kalbini hüzne boğuyorsunuz. 4. Sayıda bir derginin kapanması da gencölmek olur. Ölmesin…”

Mahcup olmuştum.
Diyecek pek bir şeyim yoktu. Sebepleri sıralasam da ikna olmadı. Zaten ne desem ikna edemezdim…

Aradan epey zaman geçti, geçenlerde nöbet ertesi gündüz uyuduğum bir öğle vakti telefonum çaldı,
arayan Elektrikçi Osman abiydi.
Uyku mahmuruydum.
Uzun uzun konuştu,
ben dinledim.
Sesinde aynı samimiyet
ve az da olsa aynı sitem…

Güzel yürekli insanlara selam olsun!

28 Mayıs 2014 Çarşamba

radhe krishna*

Gece vardiyasına çıkmış anti kahraman edasıyla yürüyorsun. Kahramanın süper yalnızlığıyla. Kostümün aynı: siyah, kaşmir palto. Başın açık. Kafana göre uydurduğun görevlerden bu gece için seçtiğin: kaldırımlar. Gündüz çiğnenen kaldırımları ihya etmek üzere adımlarına yön veriyorsun. Her bir kaldırım taşını söküp altına bakman gerek. Unutmaman gereken bir şey:  karıncalar. Şöyle bi’ güzel silkelemelisin taşı. Neyse asıl mesele taş değil. Kızıl bir zarf bulacaksın her birinin altında. Ya da mor veya yeşil yahut beyaz... İçinde kara kâğıda gümüşle yazılı bir şarkı ismi bulacaksın. Niye şarkı diye soracaksın şimdi...
Çünkü her şarkı bir kaldırım taşının altına, her anı da bir şarkıya gömülmüştür.
Bunu sen demiştin bu sabah ayazda. Hatırla.

Her neyse, asıl görevin bu asil kahramanlıkta, her bir kaldırım taşını gömülü anılardan azad etmek. Çok da zor değil işin, zarftan çıkan şarkıyı yanındaki portatif müzik kutusundan bulup dinliyorsun. Anıyı çözmeye çalışıyorsun; gözlerini kapatıp dinleyerek, sadece dinleyerek.  Ve daha neşeli bir şarkıyı ak kâğıda kara mürekkeple döküyorsun. Sonra hiç ellenmemiş gibi kapatıyorsun zarfın üstüne taşı. Kulağında şarkı devam ederken taşın üstünden defalarca geçerek sağlamasını yapıyorsun. Yüzün gülüyorsa –ki mutlu etmişsin demektir o kaldırım taşını- diğer taşa geçiyorsun.
[filikaların da ismi olur,
bunun adı umut.]

Bazen zorluklarla karşılaşacaksın. Şöyle ki, kimi kendini bilmezler sözsüz müzik gömüyor kaldırım taşlarına. Acelen varken dolmuşun ağır ağır gitmesi kadar gıcık bir şey değil tabii ki bu. Ama gel de çöz şimdi anıyı! Klasik müziği çözmek kolay da Hindistan’dan gelme bir zarf içindeki etnik Tabla müziğini parçalarken iyice odaklanmalısın. Tabii her şarkının yerine öyle bir ezgi koymalısın ki ertesi gün, ritüeli gereği o taşı ezen kişi, ilk başta kesin bir değişiklik hissetmemeli ama yüzü gülmeli.

Bazen sınırı aşmak isteyeceksin. Bunun için sınırın diğer tarafını da bilmen gerekiyormuş, öyle demiştin Wittgenstein’dan başını kaldırdığın sırada, o kahvaltıda. Hatırla.
Mesela biri Gencebay’dan bir şarkı seçmiş iki dudağı arasına: “Hatasız Kul Olmaz”. Şimdi önünde iki seçenek var. Bol ıslıklı, tokat gibi fıştıklayıcı, sözsüz bir şarkı koyabilirsin. Yahut yine Gencebay’dan daha teselli edici bir şarkı seçebilirsin; “Seveceksin” gibi. Ama sen ne yapacaksın biliyor musun? Beyaz bir kâğıda kıpkırmızı bir mürekkeple Gencebay’dan “Sen de Bizdensin”i fısıldayacak, zarfın içine bir de filtresi koparılmış sigara bırakacaksın, tek dal. Çivi çiviyi söker hesabı.
Zarfı kapatıp bir öpücükle koyacaksın taşı yerine. Soracaksın kendine; bu yaptığım, görevi kötüye kullanmak mı? Bilmeyeceksin. Hiçbir zaman bilemezsin. Bu işin etiği tartışılır nihayetinde.

Bir gece yine iş üstündeyken uçta kalmış taşlardan birini kaldıracaksın. Saman zarf... Garibine gidecek. Zarfın ağzını heyecanla açmayacaksın, yırtacaksın! Ve evet, bu o diyeceksin. Ona ait kaldırım taşı. Nerden mi anlayacaksın? Söylemedim mi; gözlerini kapatıp iyice dokun, nazikçe okşa o nazenin kâğıdı. Ve sıra bakışlarda. Sanırım önce tek gözünü açıp ürkekçe bakacaksın hangi şarkının adı var diye. Ama bu da ne? Diğer gözünü de açacaksın birden. Şimdi ikisi de tamamen açık, emin olmak isteyeceksin. Papirüse saçılmış bir şiir selâm edecek gözlerine:


Gece,
Açtığında bize aynasını
İki kanat alırlar raftan,
İlikleyiverir terzi edasıyla
Gece.

Bulutları büzebilir benim ellerim
Taze toprak değil
Sütlü çikolata kokar
Benden akan yağmurların ardı...

Derken birkaç dakika önce
Şimdi tek mırıldandığın;
“Gidersen götürürsün...”

Kâğıdı hemen katlayıp zarfa koyacaksın. Tahmin ettiğim üzere kalbin güm güm... Yanakların al al... Titreyen ellerini iki yana salıp biraz soluklanacaksın, biliyorum.
[Umutların da ismi olur,
bunun adı rüzgâr.]

Ufak bir hatırlatma:
Herkes kaldırımdan yürür. Sen patikadan toprak kaldıra kaldıra seğirtmelisin. Kimseler bulmasın diye toprağa gömmelisin şarkılarını. Anlaştık mı?
[rüzgârların da ismi olur,
bunun adı şiir.]

Nerde kalmıştık? Söktüğün taşın doğurduğu boşluk kaldırımda ve midende hissediliyor şimdi. Midenin hemen üstünde kalbin var, yani öyle umacaksın. Kaldırımdaki boşluğun hemen yanında da çimlerden örülü patika duracak, bu konuda şüphen olmayacak. Çıplak ellerinle hemen kazmaya başlamalısın toprağı. Üzerinde çim bitse de dün gibi aklında olmalı buraya gömdüklerin. Kendi zarfını gördüğün an tanıyacaksın. Derhal açacaksın? Hayır.
Hayır, hayır; önce ufak bir tereddüt olmalı... İki zerre düşecek zarfın içine: Yanağından kayarken olgunlaşan bir damla gözyaşı ve süzüle süzüle inen bir kül parçası.
[şiirlerin de ismi olur,
bunun adı gece.]




*: The Babu Chandidasa tarafından yeniden yorumlanmış bir Cheb i Sabbah şarkısı.

Not: Bu yazı iskele kültür & edebiyat dergisi'nin 2. sayısı'nda yayımlanmıştır.

4 Nisan 2014 Cuma

saudade

Man On A Balcony, Gustave Caillebotte, 1880











Getirin bana ismet abi'yi getirin,
Kendi sesiyle şöyle bi'
"Yine geldi kış baba" desin
Ki yığılırken üstüme kelime kelime kar,
Bahanemin asilliğiyle övünebileyim;

Dudaklarımı aşan bıyıklarımı hiçe sayarak
Önümü iliklemeden suçu ona atabileyim;
Ata bineyim ve gideyim.
Terkimde terkimi taşırken
Saçlarım a d e t a, sakallarım tırıs gidebilsin...

Loşluğa alışsın gözlerim.



Aydın/Nisan '14